14 Mart 2016 Pazartesi

Pazartesi, Mart 14, 2016 - No comments

Van Gogh Kulağını Neden Kesti?

Çalışmalarında aradığı çizgiyi bir türlü yakalayamayan Vincent Van Gogh, vurur kendini yollara. Dağ bayır aşar, yolu tanıdık bir ülkeye düşer. Tabi ülkenin tanıdık olması bizim için geçerli bir husustur, yoksa geldiği bu ülke Vincent Van Gogh için yabancıdan öte tanımlanamaz bir durumdadır. Bu ülkede geçirdiği birkaç günden sonra içinde bir şeyler depreşir, tabi ki bu resim yapma arzusudur. Gelirken yanında tuvallerini getirmiştir fakat taşımaktan üşendiğinden olsa gerek hiç boya almamıştır. Kendini sokağa atar ve önüne çıkan ilk kırtasiyeye girer.
İçerisi o kadar düzensiz, o kadar karmaşıktır ki bizim Vincent nereye bakacağını şaşırır. Dükkanın bütününde çok fazla çeşit olmamasına rağmen, her şey üst üste olduğundan dükkan oldukça dolu görünmektedir. Yani birileri gelip, dükkanda bulunan şu tomar tomar fotokopi kağıtlarını dışarı çıkarsa, dükkanın bomboş kalacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Vincent bunları düşünürken, dükkanın arka bölümünden, çiçekli basmadan özensizce yapılma bir perde açılarak dükkan sahibi sahneye çıkar ve ilk cümlesi şu olur: “Buyur yiğenim”. Vincent bu cümleye bir anlam veremez. “buyur” kelimesini daha önce birçok esnaftan duymuştur, fakat “yiğenim” oldukça yabancı gelir, neyseki o da fazla önemsemez. Dükkan sahibini “yağlı boya bakmıştım ama” şeklinde yanıtlar. Kırtasiyeci bizim Vincent’ı şöyle baştan ayağa bir güzel süzdükten sonra dükkanın orta bölümündeki bir rafı etli, kalın işaret parmağı ile göstererek “bakıver bakim ora, oluvericekti orda”. Cümlesini bitirdiğinde Vincent, kırtasiyecinin söylediği hiçbi şeyi anlamaz fakat parmağın işaret ettiği noktayı takip ederek, o taraftaki rafları gözleriyle taramaya başlar. Bu sırada kırtasiyeci Vincent’ı baştan ayağa doğru tekrar süzmeye ve derinlemesine analiz etmeye devam etmektedir. En çok Vincent’ın kızıl sakalları dikkatini çeker. “Bu kızan buralı değil” diye geçirir içinden. Fakat nereli olabileceği konusunda da bir fikri yoktur, bu durum da içini kemirmektedir. Bu hikayenin geçtiği tanıdık ülkenin esnaflarının kafayı takabilecekleri hiçbir kişisel sorunlarının olmaması nedeniyle, kendilerine müşterilerinin kim olduğu, nereden geldikleri gibi varoluşsal soruları dert edinirler. Kızıl sakalı dışında kafasındaki fötr şapkayada aşinalığı yoktur. Dahası, yazın ortası olmasına rağmen Vincent’ın üstündeki kalın paltoyu neden giydiği sorusu da kafasını kurcalamaktadır. Bu sırada Vincent, boyaların bulunduğu rafı bulmuş olmasına rağmen, aradığı boyayı bir türlü bulamamaktadır. Gereksiz bir sohbet açabileceği endişesi ile pek sormakta istemiyordur ama boyayı bir an önce alıp eve gitmek ve kafasındaki şablonu bir an önce tuvale aktarmak istemektedir. Bu nedenle kafasını çevirmeden sorar “kahverengi yok mu?” Kırtasiyeci bu soruyu alıp göğsünde yumuşatarak Vincent’a şu şekilde şutlar: “Orada yok mu?” Bu o ülkedeki tipik esnaf davranışıdır ve amaçsız değildir. Müşterisi ile yeterli kişisel ilişki geliştirememiş, dolayısıyla onun hakkında henüz yeterli bilgi alamamış esnaf, bu tarz gereksiz ama amaçsız olmayan sorular sorarak vakit kazanmaya çalışır. Vincent, olabilecekleri bildiği için kırtasiyecinin cümlesini bitirmesini beklemeden “burada yok” der. Kırtasiyeci lafı ağzına tıkan Vincent’a şöyle bir bakar ve bakışlarını camekan olan tezgahın üstüne kaydırır, birkaç ileri-geri, sağa-sola kafa hareketiyle bakış açısını değiştirdikten sonra çömelerek bir de o açıdan bakar, fakat kahverengi boya yoktur. Kırtasiyeci tekrar ayağa kalkarken, kahverengi boya bekleyen Vincent’a sanki bir müjde verir gibi “Sarı var verem mi? Hem de bal sarısı!” der. “Yok, kahverengi lazım bana, buralarda nerede bulurum?” Vincent bir yandan konuşup, bir yanda da çıkış kapısına doğru yönelmiştir. Kırtasiyeci, müşterisi kaçmak üzere olan esnaf tedirginliğinde atılır hemen, “Valla yiğenim ilçede başka kırtasiye yok, alacaklıysan getirtiverem senin için, isteyiveren mi?” Vincent arafta kalmıştır. Dükkan kapasının eşiğinde durmuş, yüzü dışarda, kıçı içeride; gitmekle kalmak arasında. Yarım bir dönüş yapar kendi etrafında. Şimdi yüzü dükkanın içerisinde, kıçı dükkanın dışındadır. Bir umut “Ne kadar sürede gelir?” diye sorar. Kırtasiyeci hemen cevap vermez, top bir yükselsin duruma göre kafa topuna çıkacaktır, hem kafasında deli sorular varken ve hiçbir sorusuna cevap bulamamışken neden acele etsin ki. Evet evet en iyisi konuyu değiştirmektir.
Kırtasiyeci bir gözünü kısıp, kafasını hafif geriye doğru yaslar ve sorar, “kimlerdensin, tanıyamadım ben seni?” Daha iki gündür buradadır ama en az bin defa duymuştur bu soruyu Vincent, “kimlerdensin?” Vincent biliyordur başına gelecekleri, en azından çabuk öğreniyordur. Daha sınırdan girdiğinde de aynı soruya maruz kalmıştır, o zaman Hollandalı Gogh ailesindenim deme gafletinde bulunmuş, tansiyonu düşüp bayılmadan önce son hatırladığı “burası mı güzel Hollanda mı?” sorusu olmuştur. O nedenle kırtasiyeci daha cümlesini bitirmeden Vincent yapıştırır cevabı, “buralı değilim, seferiyim”. Bir an sessizlik olur. Sanki lambadan bir cin çıkmış, “hey kırtasiyeci, bana üç soru sorma hakkın var, iyi düşün” demiş gibi kırtasiyeci bir gözünü kısmış düşünmeye başlamıştır. Bir süre sonra kıstığı gözünü açarak ikinci sorusunu sorar: “Neyle uğraşıyorsun?” Vincent, “ressamım ben, ne zaman gelir kahverengi boya?” Sorular karşılıklı olarak fırlatılmakta, kırtasiyenin içinde oradan oraya çarpmaktadır. Kırtasiyeci, “yok onu sormadım, mesleğin nedir? Nasıl geçiniyorsun? “Dedim ya ressamım diye, mesleğim bu benim!” Vincent’ın bu çıkışını garipser kırtasiyeci, “tamam yiğenim kızma, sohbet ediyoz şurda; tamam söyleme mesleğini, kalsın sende. Neyse istiyon mu sarı boya, verem mi?” Vincent, kırtasiyecinin bu teklifini duymazlıktan gelerek kapıya doğru yönelir, tam çıkacakken kırtasiyeci arkasından seslenir “bak hele, ilçede başka kırtasiye yok ha, boşuna dolanıverme! Veriverem sana sarı boyaları, çiçek neyin çizersin”. Vincent, kırtasiyecinin bu nidasını da duymamazlıktan gelir, çıkar dükkandan; kendini sokağa atar. Kırtasiyeci, “yazık, meczup herhal” der arkasından, tezgahtaki üç aylık muhtasar vergisi beyannamesini doldurmaya devam eder.
Vincent, sokakta amaçsızca yürümeye başlar; yürürken bir yandan da kafasındaki şablonu düşünür tekrar, sonra ağabeyi Teo’ya mektup yazıp kahverengi boya istemek gelir aklına. Ani bir kararla döner ve kırtasiyeye doğru yürümeye başlar. Kırtasiyeden içeri girdiğinde kırtasiyeci muhtasar vergisi beyannamesini tezgahın kenarına doğru iteleyip, altılı bir kutu sarı boyayı tezgaha koyar. Vincent, boyalarla hiç ilgilenmeden sorar, “mektup zarfı ve pul var mı?” Kırtasiyeci tezgaha doğru çömelip sorar “kaç tane?” Vincent, “ikişer tane alayım.” Kırtasiyeci iki adet zarfı tezgaha koyar, sonra pul kutusunu açar ve korkunç gerçekle karşılaşır! Sonra sırıtarak Vincent’a, “Vay anasını, pul kalmamış!” der. Vincent ilk başta durumu anlamaz, pulları neden tezgaha koymadı bu adam diye düşünürken, kırtasiyecinin elindeki kutuya bakar ve boş olduğunu görür. “Beyninden vurulmuşa dönmek” deyimi var ya, işte büyük ihtimalle tam bu anda Vincent’ın hissettiği şeydir bu. Bir an gözü kararır, her şey simsiyahtır. Sonra yavaş yavaş o siyahlık kahverengine dönüşür. Görüntüler yavaş yavaş gelmektedir. Son baktığı yer olan kırtasiyecinin kahverengi dişleri tekrar görünür hale gelir, sonra sırıtan dudakları. Sadece kafasını önüne eğer. Biraz sonra sakinleşeceğini umut ediyordur. Kafasını eğdiğinde cam tezgahın içinde maket bıçaklarını görür. Kafasını kaldırır “maket bıçağı” der. Kırtasiyeci kafasını sallar, tezgaha eğilip eline iki maket bıçağı alır ve sorar “hangi renk? Sarı var mavi var.” Vincent elini uzatıp birini alır, hangi renk olduğunu önemsemez, atar kabanının sol cebine. Tezgahta duran sarı boya kutusunu da alıp sağ cebine atar. Kırtasiyecinin keyfi yerine gelmiştir. Sırıtarak “poşet verem mi?” der. Vincent, gerek yok anlamında elini sallar, tezgahın üstüne bir miktar para bırakır ve hızlı bir şekilde dükkandan çıkar ve eve doğru yürümeye başlar. Kırtasiyeci de dükkanın önüne çıkar ve Van’ın arkasından seslenir, “sarı boyadan iki kutu daha var, ayırıvereyim istersen!” Bu Van’ın kırtasiyeciyi son duyduğu zamandır.

2 Mart 2016 Çarşamba

8 Ocak 2016 Cuma

Cuma, Ocak 08, 2016 - No comments

Çatıdaki Mal


Çalıştığım şirket yeni bir plaza satın almış ve tüm birimleriyle o plazaya taşınılacak.  Bize de bir taşınma günü verdiler, topladık eşyaları, yerleştik yeni odamıza. Yeni odam plazanın en üst katında. Odamdan çıkıp iki adım atınca yangın merdivenlerine, oradan da bir kat çıkıp çatıya ulaşabiliyorum. Hem çatının manzarasının iyi olması, hem de odam leş gibi sigara kokmasın deyu "ne güzel lan, sigaralarımı manzaraya karşı burada içerim, hemide hava almış olurum" düşüncesindeyim. Gülün dikeni misali çatının da bir kusuru var, çok esiyor. Sonbaharda olduğumuzdan şöyle de diyebiliriz: Bayağı çok esiyor. Bir gün yoğun işlerden kafayı kaldırıp soluklanmak amacıyla aldım sigaramı, çıktım çatıya. Manzaraya da artık alışkanlık kazanıldığından bu defa sırtımı yasladım duvara, çatıya çıkmak için girdiğim kapıya bakıyorum. Kapı açık ve duvara yaslanmış vaziyette; alt tarafında bir taş, ağırlık yaparak kapının duvara yaslanmasını sağlıyor. Bu düzeneğe bakıldığında başkalarının da burayı keşfettiği anlaşılıyor. Hatta keşfetmekle kalmayıp kapı kapanmasın diye düzenek kuracak kadar da yerleşilmiş. O an aklımdan geçen tek soru şu: Why? Neden kapının kapanması istenmiyor. Ben bu soruyu düşünürken ani ve şiddetli bir rüzgar elimdeki henüz iki fırt alınmış(yepis yeni yani) sigarayı uçurdu. Sittiret yakarım yenisini diyerek hiç fırtlanmamış bir tanesini çıkarttım paketten. Fakat rüzgardan dolayı yakamıyorum. Arkamı dönüp duvarı kendime siper ederek çakmağı tekrar çaktım, aynı anda arkamdan "güm" şeklinde bir ses çarptı kulağıma. Arkamı döndüğümde taşın yerde, kapının da eşiğinde olduğunu gördüm. Rüzgar taşı düşürmüş, kendisini duvara yaslamaya zorlayan taş düşünce kapı serbest kalmış ve kapanmıştı. İlk başta bu durumu önemsemedim, fakat ciğerlerimdeki dumanı dışarı verip yerine oksijen çektiğimde, oksijenle birlikte beynime bazı sorularda hücum etmişti. Bu sorulardan ilki ve de en önemlisi şuydu "bu kapı kolu amacına uygun bir şekilde çalışıyor mu?" Kapalı bir kapı ve şu anda baktığım üzere bir kolu vardı var olmasına ama peki o taşa neden gerek duyulmuştu? Bu soruların cevabı iki adım ötedeydi ama cevaplarından korktuğum için arkamı kapıya, yüzümü manzaraya dönüp sigaramdan derin bir fırt daha çektim. Tüm cevapları sigarayı izmarite çevirinceye kadar erteledim. Manzaraya bakıp "ne güzel lan!" dedim.

 Sigaram bittikten sonra tedirgin adımlarla kapıya yaklaşıp elimi kapı koluna attım ve aşağıya doğru biraz güç uyguladım ve kendime doğru çektim. Kapı da, kolu da hatta elimde aynı yerinde duruyordu. Yalnızca dudaklarım biraz aralandı ve arasından "hasstirrr" şeklinde  acı bir nida çıktı. Sakinliğim yerini panik duygusuna terketmişti. Tekrar tekrar kolu aşağı indirip kapıyı çektim, hem de her defasında daha güçlü bir şekilde ama nafile. Yeni bir bina, yeni bir kapı ve yeni kapının çalışmayan yeni kolu. Wellcome to turkey.  Gerçekten de umut fakirin ekmeğiymiş. on dakika boyunca açılır umuduyla kapıyı zorladım ama nafile. Başka bir şey düşünmek lazım demekki, ne yapsak derken telefonum aklıma geliyor. Hemen internete girip şirketin santral numarasını bulmaya çalışıyorum, yardım çağıracağım. Ki bunu donmadan yapabilirsem çok daha güzel olacak, çünkü rüzgar soğuk ve şiddetli esmeye de devam ediyor. Neyse buluyorum numarayı ve fakat santral henüz aktif değil. Lan böyle şey mi olur. Batar lan bu şirket. Kapısı açılmıyor, santral çalışmıyor. Şuradan bir kurtulayım hemen yeni bir iş arayacağım. 

Sonra arkadaşlarımı aramak geliyor aklıma ama biraz düşününce ne kadar dalga geçecekleri aklıma geliyor, vazgeçiyorum. Soğuğun da etkisiyle arkadaşları arama konusunu tekrar gündeme alıyorum ve bu defa oldukça mantıklı geliyor. İki taraf için de kazan-kazan durumu. Ben buradan çıkmış olacağım, onlarda yoğun bir iş gününde benimle dalga geçerek neşelerini bulmuş olacaklar. Hemen rehbere girip en vicdanlı arkadaşımı arıyorum. 

Ben: Fikret naaber?          
Fikret: İyi abi senden?
Ben: İyi iyi. Naapıyosun, nerdesin.
Fikret: Evdeyim abi, bizim şef izinde ya, yatıyom evde.
Ben: Oh oh kebap, bende yemeğe gideriz diye aradım.
Fikret: Cuma gelicem ben abi, çıkarız ozaman.
Ben: Cumaya kadar donarım lan ben burda....
Fikret: Efendim abi, alamadım sesini.
Ben: Tamam görüşürüz diyorum. 
Fikret: Ok, abi görüşü.....

Ben: Dilek naaber?
Dilek: İyidir canım.
Ben: Şirkette misin?
Dilek: Yok, dışarı yemeğe çıktık biz, hayırdır
Ben: Gel kahve içelim diyecektim,
Dilek: Ya biz geç döneriz, cevahire geldik, gezeriz burada.


Lan hakkaten batar bu şirket, daha saat 11 şirkette bir tane adam yok. Heh Sabri'yi arayayım, onun iki çocuğu var, durmaz evde, buradadır.

Ben: Sabri naaber?
Sabri: İyi hacı senden?
Ben: Nerdesin?
Sabri: Odamdayım.
Ben: Gelsene çatıya, sigara içek.
Sabri: Çayın var mı?
Ben: Var var gel sen.
Sabri: Geliyom.

Allah razı olsun geldi Sabri, sözünün eriymiş, gelcem dedi geldi. Daha kapı ağzında sarıldım, öptüm. "Gel hacı şu tarafta içelim sigaramızı" dedi, "yok lan kapı kapanıyor, kolu bozuk. Burada içelim" dedim, bastı kahkahayı. "Soğuk hacı buralar, dikkat et kendine, paltosuz ve yalnız çıkma buraya" dedi, beraber güldük. O gün bu gündür en vicdanlı listesinin başındadır Sabri. Ben de birkaç ay sonra bıraktım sigarayı, sigara dediğin şey rezillikmiş valla.